Anadolu Sağlık Merkezi ve Sosyal Sorumluluk

Bugün, Anadolu Sağlık Merkezi’nde, Hasta Odaklı Bakım çerçevesinde, hastalara bağlama çaldığım bir gün geçirdim. Bu o kadar farklı bir deneyimdi ki, sözcükleri nasıl sıralayacağımı bilemiyorum. Aşağıda, güne nasıl başladığımdan, gün içerisindeki dipnotlarımdan ve izlenimlerimden bahsedeceğim. Sürçi lisan ettiysem affola.

Güne erken başlayıp kahvaltıdan sonra yola çıktım. Yapmalıydım da zaten. Üç araç değiştirip servise zamanında ulaşmalıydım çünkü. Yol uzun ama insan bir şeyi severek ve zevk alarak yaptığı zaman mesafenin bir anlamı kalmıyor.

Hastaneye varınca, Hasta Odaklı Bakım Birimi Müdürü İlkay Bey ile kısa bir sohbetten sonra birlikte ilk servise, Onkoloji servisine çıktık. Heyecanlı değil neşeliydim. Heyecanımı geçen seferde atmış, ortama ve insanlara orta düzeyde adapte olabilmiştim. Birimin başhemşiresi, odaların listesinde parmağını gezdirdi. Hızlı ve pratik bir şekilde zihninden hastaların ağrı durumlarını, duygu durumlarını, uyku- uyanıklık hallerini ve anestezi etkisinde olup olmadıklarını geçirdi. Ve birimde görece ‘uygun’ 4 hasta belirledi. Bunlardan ikisine artı ikisine soru işareti koydu. Yine hızlı ve pratik bir şekilde bu odaları gezdi. Bir tanesinde ona bir Arapça tercüman da eşlik etti. Çıkmadan önce bana şunları söylemeyi de unutmadı:

“Hastalar istemeyebilirler, bunu kişisel algılama, bu kendi durumları ile ilgili.”

Evet, bunu söylemesi o an için bir etki yaratmadı belki ama sonrasında bu 4 hastadan 2’sinden olumsuz cevap gelince bir şeyler ifade etmeye başladı.

Bağlama çaldığım ilk hasta ileri yaşlı bir kadındı. Sanıyorum ki, ağrısı yoktu ancak operasyon vücudunu yormuş olacak ki fiziksel ve zihinsel olarak halsizdi. “Nasılsınız?” soruma başını salladı, teşekkür etti. İki parça çaldım ona. Gözlerini dahi hareket ettirmede zorlanıyordu, onu daha fazla yormamalıydım. Geçmiş olsun dileklerimi iletip odadan çıkarken “Teşekkür ederim.” Sesini işittim belli belirsiz.

Zaman tasarrufu ile araya sıkıştırılan güzel bir öğle yemeğinden sonra, aynı serviste farklı bir odaya girdim. Önceden verilmiş haberin heyecanı gözlerinde okunan iki tatlı insan vardı odada. Kısa bir sohbet sonrası hanımefendinin Konya, beyefendinin Niğdeli olduklarını öğrendim. Ne tesadüf! Ben de Nevşehirliyim. Bu üçgen etrafında uzayan sohbette şu cümle yaşımın sınırlarını gözler önüne serdi sanırım: “Eskiden, Nevşehir, Aksaray.. hepsi Niğde’ye bağlıydı. Sen bilmezsin tabi...” gülümseyip kısacık bir hayret nidası bıraktım. Onlara 4 şarkı çaldığımı hatırlıyorum. Her birinin sonunda sanki gitmek üzere olduğumu, sanki sadece bir parçalık haklarının olduğunu düşünüp hafif mahcup ve güler yüzlü  “Çok teşekkür ederiz.” Dediler. Gözlerindeki gülümseme, onlara sanki bir an bile olsa hastanede değiller, evlerinde, normal bir andalar hissini yaratabildiğimin kanıtıydı.

Kat hemşiresi odadan çıktığımda “bir şeyleri” ifade etmeye çalıştı. Ben de onun yerine ifade ederek “İstek parça mı var?” dedim gülümseyerek. “Ee, şey dedi. Bir hasta daha var aslında, yeni uyandı... Şey etmek ister misin...?” dedi aynı tavırla. Ben de burada bunun için bul
unduğumu ve bir hastanın beni kabul etmesinden mutlu olduğumu söyledim.

Onkoloji servisinde iseniz, hijyen kuralları diğer tüm servislerin önüne geçer. Odalara girmeden önce maske takmanız, ellerinizi alkol ile tekrar bir yıkamanız ve hastalara belli bir mesafeden daha fazla yaklaşmamaya özen göstermeniz gereklidir.

Piyangodan çıkan bu kattaki son odadaki hasta ve yakını, parça listesine göz gezdirirken bir türküyü akıllarına getirmeye çalıştılar. “Neydi? Neydi? Hani Selanik ile ilgili, sen çok seversin.” Diyordu yakını hastaya. Parça parça konuşabilen amca, küçük tahminler yapıyor, bir türlü denk getiremiyordu. En son “Vardar Ovası!” dedi yakını. Çalıp çalamayacağımı sordu. Bilmiyordum. Atatürk’ün en sevdiği türkülerden olan Vardar Ovası’nı çalmayı bilmiyordum! Maalesef ile başlayan ve listedeki parçalara atıflar yapan bir cümle kurdum. Sonra oradan seçtiklerini çalmaya başladım, bu sırada amca, uzandığı hasta yatağında, takma dişlerini çıkartmış, ritmik el hareketleri ile eşlik ediyordu bana. Gözümün ucuyla yakaladığım bu an bana cesaret vermiş ve biraz da dikkatimi dağıtmış olacak ki üst üste hatalar yaptım... “Dinlediğiniz için teşekkür ederim.” Dedim, buna karşılık “Ne iyi bir şey yaptın sen!” cevabını işittim. O an, her ikisinin gözünde aynı anda beliren gülümseme, bana alınmış en büyük hediyelerden bile daha değerliydi.

En son, Onkoloji katından ayrılmadan önce Desk’e (Hemşirelerin arkasında oturduğu, koridorlarda bulunan masa) girdim. “Girdiğin yerlerde kapıyı açık bırak, biz de duyalım!” “Odam Kireç Tutmuyor’u çaldın, bizim burada ciğerlerimiz yandı!” gibi geri dönütleri dinledim gülümseyerek. Ardından çok ısrarcı bir edayla sadece ve sadece bir şarkı istediğini belirten bir cümle kurdu hemşirelerden biri. Kırmadım, onlara da sadece bir şarkı çaldım...

Ardından, ikinci servis olarak Hemato-Onkoloji birimine gittim. Hastaların durumları hakkında, sadece iyi veya kötü şeklinde bilgiler aldığımdan ve hangi hastanın ne teşhisi olduğunu bilmemeyi tercih ettiğimden dolayı, size bu iki servis arasındaki farkları anlatamayacağım. Bu serviste yine hastaları ilk paragrafta saydığım özelliklere göre gözden geçiren birim başhemşiresi, görece uygun iki hasta iletti.

Bu serviste, hangi odaya girersem gireyim maske takmamın prosedür olduğu bilgisini edindikten sonra, ilk maske takma tecrübemi daha doğrusu takamayışımı, gülmemek için kendini zor tutan hemşirelerin önünde yaşadım. (Onkoloji servisinde hemşire hanım takmıştı maskemi.)Ama çok zor bir şey... 4 tane ipi aynı noktadan nasıl düğüm yapabiliyorsunuz. Bir de arkada oluyor bunlar gözünüzün önünde bile değil.  Maske ile girdiğim odada hasta ve hasta yakınları ile kısa bir sohbetten sonra istedikleri, “hareketli olsun” dedikleri parçaları çaldım. Hasta yakınları, bundan sonrasına dair fikir danışmak amacıyla yaptığımız anketi doldururken ben, hastanın yanına doğru gidip-yukarıda bahsettiğim sınır kadar yanına-, geçmiş olsun dedim. Maskenin ardından görünen tek şey gözler olunca, gözleriyle gülmeyi öğreniyor insan.

Aynı serviste ikinci odada ise bir akranım ve annesi vardı. Annesi listeyi incelerken, televizyonun sesini kısıp okulumu, ne yapacağımı sordu arkadaş, benim açıklamamdan hemen önce. Kısa cümlelerle, hatta sonunda üç nokta olan kelime öbekleri ile yanıtladım tüm bunları. Kendimden bahsetmek istemiyordum, hem de hiç... Annesi, listeyi incelemeyi bitirdikten sonra, “Sen kafana göre çal, biz dinleriz.” Diyebildi. Kaç parça çaldığımı ve bunların hangileri olduğunu hatırlamıyorum. Ama aklımda kalan tek şey, ben odadan çıkarken hanımefendinin gülümsüyor olmasıydı.

Son olarak, Kemik İliği Transplantasyon Merkezi (KİT)’ne indik. Tanıştırdıktan sonra beni “ortam” ile baş başa bırakan İlkay Bey, ayrıldıktan sonra, hemşire dinlenme odasına geçtim. Günün tatlı yorgunluğunu alacak o kâğıt bardağa hemşirelerin “sınırsız” çayından doldurdum. Bu sırada bir doktor bana pasta ikram etti. “Ah, çatal?!” dedi. Gözleriyle odayı aynı kızılötesi ışınlarla ortamdaki metal maddeleri saniyeler içinde tarayan robotlar gibi taradı. Çatal yoktu. Sonra masanın kenarına doğru gitti. Elinde bir abeslang (doktorların hastaların boğazlarını kontrol ettikleri çubuk) ile geldi. “Elimizde bu var, işte şartlar... Sen de doktor olunca...” dedi abeslangı tabağın kenarına koyarken. Servis saatine az kalmıştı ve bir yandan hastalar yürüyüşlerine çıkmış yavaştan toplanıyordu. Pastam ve abeslangım orada kaldı...

Koridorda gelip geçenin duyabileceği ve gülümseyebileceği bir konumda yüksekçe bir sandalyeye oturdum. Bir işten diğerine giderken, yanımdan geçmek zorunda olan hemşireler birkaç saniyeliğine yavaşlıyor, hastalar yürüyüşleri esnasında bulunduğum yerden geçmek için güzergâh değiştiriyordu. “Tanrıdan Diledim” parçasını çalarken hemşirelerden birisi eşlik etmeye başladı. Aklım tamamen onun sesine kaydı ve takılıp duraksadım. “Birisi söylerken çalamıyorum.” Dedim takıldıktan hemen sonra. Ortamdaki herkes bir kahkaha silsilesi oluşturdu. Ardından aynı hemşire, “Tamam, söylemeyeceğim çal sen.” Dedi. Gülümseyip parçayı bitirdim. Sonlarına doğru koridordaki sesler tamamen kesilmiş, adım atma çıtırtısı veya kapı açılma sesi dahi duyulmamıştı. Son notaya vurduktan sonra, kattaki herkesin çevremde çember olduğunu fark ettim. Alkışlıyorlardı, maskelerinin ardından gözleriyle gülüyor, mutluluğu tüm yüzlerinde hissediyorlardı. Teşekkür edip oradan ayrıldıktan sonra, çıkış kapısının yerini tabiri caiz ise ‘sora sora’ buldum ve iki dakika sonra kalkacak servise ancak yetişebildim.

Abeslangım ve pastam hemşire dinlenme odasında kalmıştı... Serviste yüzüm dışarıya dönük, ışık vuran gözüm kapalı, tüm bunları düşünüp gülümsüyordum. Cebimde, mutlu etmenin verdiği mutluluk hissi, evimin yolundaydım. En baştaki gibi aynı, yol uzun ama insan bir şeyi severek ve zevk alarak yaptığı zaman mesafenin bir anlamı kalmıyor...

Yorumlar