Barış

Sofradaki her şey her zamanki yerindeydi. Tavandan masaya kadar sarkan avize güneş gibi herkesin yüzünü aydınlatıyordu. Bu akşam da herkes aynı yerine oturmuş, çorbalarını içiyordu. Yanımda bir kase sıcak çorba, daha büyük bir tabağın içinde öylece duruyordu. Sekiz kişilik masada dört kişiydik, ama beş servis açılmıştı, kısaca. Bu akşam da yine onu bekliyorduk hepimiz. Hani o basık bir havada aniden açılan pencere kadar ferahlık veren, hani o sevgi ülkesinin dili...

Ama yok. Gelmeyecekti. Buna adım gibi emindim. Uzun yıllardır gelmiyordu. Oysa biz her akşam ona da çorba koyduk, yıllarca. Ama geleceği yok...

Masanın başındaki dostum bana doğru bakarak onun gelmemesinden duyduğu üzüntüyü fark ettirdi. Nerede kalmıştı? Şimdi burada olacak! Yolda! Biliyorum! Nerede!?

Barış gideli çok olmuştu. Önce evi terk etmiş, sonra şehri, şimdi de ülkeden ayrılmıştı... Gelmeyecekti bir daha. Barış bir daha olmayacaktı.

Beyaz güvercinlerin hepsi öldürülmüştü. Ölmek istemeyenler ise seçimlerini yapmış ve siyaha boyanmışlardı. Onlar artık tutsak barışın sembolüydü.

Bütün zeytin ağaçları kesilmişti. Her dalı barışı farklı harflerle yazan zeytin ağaçları, yoktu artık.

Beyaz da yoktu. Beyaz olan her şey artık gitmişti buralardan. Gelinlikler, kefenler, dosya kağıtları... Hepsinin rengi farklı artık. Kimsenin aklına beyaz gördüğünde barış gelmesin diye tüm beyazlar silinmişti.

İsmini bile sürmüşlerdi buralardan. Bizdeki de iş mi? Buraya geri gelip çorbasını içmesini bekliyoruz... Gelmeyecek... Asla gelmeyecek...

Yorumlar